top of page

Paskalya 2022: Belçika


Benim aslında paskalya için bir yıl öncesinden alınmış bambaşka bir biletim vardı. Hazır mısınız nereye olduğunu duymaya? Lviv! Böyle de ileri görüşlü bir insanım işte ben. Tabii ki seyahatimin iptal olmasına değil Ukranya'da yaşananlara üzüldüğümü söylememe gerek bile yok, artık beni tanıyorsunuz. Böylece rotamı değiştirdim ve uzun zamandır Eren'i ziyarete Brüksel'e gitmediğimi fark ettim. Mochi koskoca kız olmuştu ve onun herşeyini bilmeme rağmen onunla hiç vakit geçirememiştim. Tek beklentimin Erenle bol sohbet, Mochi'yle bolca oyun olduğu bu tatil o kadar güzel geçti ki anlatamam. Bunda hem muhteşem güneşli havanın, hem Eren'in organize ettiği süpriz programların büyük etkisi oldu. Daha önceden birkaç defa Brüksel'e gittiğim için turistik hiç bir aktivite yapmadık, yerel takıldık, tıpkı Paris'te olduğu gibi yerel rehberim vardı, sıfır araştırma yaptım. 2022'nin şimdiye kadarki seyahat konsepti bu oldu ve bundan inanılmaz memnunum. Yeni yer keşfetmeyi çok sevsem de, daha önceden gittiğim yerleri, koşturmadan sakince keşfetmenin tadı da bambaşka...


Cumartesi sabahın köründe uçuşum vardı. Allah'tan Mochi de haftasonu olmasına rağmen sabahın köründe ayağa dikilip anasına kalk kahvaltıyı hazırla dediği için, Eren ve Mochi hiç zorlanmadan (gerçi Eren'in zorlandığına nedense eminim ama Mochi yüzde yüz enerjikti) beni havalaanına almaya geldiler ve böylece birbirimize kavuştuk. Hızlı bir duş, Mochi'yle oyun seansı sonrası arabaya atlayıp Gent'e gittik. Gent daha önceden gezdiğim bir şehirdi ama ilk defa güneşler içersinde görüyordum.





Herkes sokaktaydı, güneşi gören kendini cafelere atmış, inanılmaz keyifliydi. Bu arada daha İtalya'da kapalı alanda maske zorunluluğu kalkmadı ama Belçika'da kalkmış. Önce havaalanında maskesiz insanlar görmeye başladım, garipsedim, sonra mağazalara, dükkanlara herkes maskesiz giriyordu, şaşırdım ama alışmam yaklaşık bir dakikamı aldı. Hop, ben de maskeden kurtuldum, ohhh be dünya varmış. Hani bir cumartesi gecesi topuklu ayakkabıyla dışarı çıkarsınız, tüm gece gezersiniz, dans edersiniz, ayaklarınız acır, eve gidip o ayakkabıyı çıkaracağınız anın hayallerini kurarsınız ve o an gelir bir 'ohhhh' çekersiniz ya, kapalı alanda maskesiz gezmek benim için böyle oldu.


Öğle yemeğini Eren'in uzun zamandır listesinde olan Gigi adlı restorantta yaptık, İtalyan Restoranı:) Aslında bu konu Eren'in baya dalgasını geçtiği bir konuydu. Yakın bir arkadaşımız Türkiye'den Dubai'ye gittiğinde, Dubai'deki arkadaşları onu türk kahvaltısına götürmüşlerdi de Eren saatlerce gülmüştü, İtalya'dan gelen arkadaşı İtalyan restoranına götürmesi ironisiyle baya dalga geçtik. Ama hem yemekler hem ortam çok güzeldi.




Yemek yedikten sonra hem çamaşırhane hem cafe olan Wasbar'a geçtik. Çamaşırlarınız yıkanırken bir yandan kahvenizi yudumlayabilirsiniz. Türkiye'de hiç görmedim çamaşırhane ama Avrupa'da baya var. 2005-2007 seneleri arasında İtalya'da yaşarken evimde çamaşır makinası olmadığı için bolca orda saatlerimi geçirmişliğim de mevcut.


Gent sokaklarında biraz daha turlayıp, çikolata alışverişi yaptıktan sonra Brüksel'e geri döndük. Akşam saat 19.30'da benim için tatilin en enteresan aktivitesini yaptık. Immersive Theater tarafından düzenlenen 7 sins event. Öncelikle immersive theater ne demek onun tanımıyla başlayalım. Mekan ve tasarımın önemini vurgulayan bir performans biçimi, gerçek mekanlar kullanılır, sahne ve seyirci koltuğu olmaz. Immersive theather pasif seyirci tanımını bitiren bir tiyatro türüdür, seyirci olarak siz de artık oyunun bir parçasısınızdır. 7 sins ise, Hristiyanlıktaki 7 ölümcül günahtır: Kibir, açgözlülük, şehvet, kıskançlık, oburluk, öfke ve tembellik. Yani biz gerçek oyuncuların yönetiminde, 7 ölümcül günahı temsil eden 7 adet kokteyl tadımı yapmaya gelmiştik. Tadım derken, içkiler geliyor (alkollü veya alkolsüz tercihi size kalmış), siz bir yandan yudumlayıp bir yandan arkadaşınızla sohbet etmiyorsunuz. Önce duvarlarda o günahı temsil eden projeksiyonlar beliriyor, müzikler o günaha uygun oluyor, şeytanı temsil eden bir oyuncunun konuşmalarını duyuyorsunuz, garson-oyuncular tarafından her içki özel bir sunumla sizlere getiriliyor ve siz tadımı yaparken hem sizinle beraber gelen konuklarla, hem de şeytanı temsil eden oyuncuyla performansın bir parçası oluyorsunuz. Tam anlatabildim mi bilemedim ama yolunuz düşerse deneyin, hem keyifli, hem tüm duyularınıza hitab eden bir deneyim.







Ordan Eren bizi yeni açılan tatlı bir mekana götürdü: Brassarie Surrealiste. Bir saat de burda keyif yaptıktan sonra evimize dönüp mışıl mışıl uyuduk.



Pazar gününün Mochi ve relax günü olmasına karar vermiştik. Önce La Fabrique en Ville'de güzel bir kahvaltı yaptık.


Günün geri kalanı kocaman bir piknik keyfiydi. Mochi'yi, piknik örtümüzü, onun oyuncaklarını alıp 2 park değiştirip tüm gün güneşlendik, patates kızartmalarımızı yedik, sohbet ettik. Hava güneşli, Mochi sevimli, Erenle muhabbet keyifli. Daha ne olsun.






Akşam da netflix & chill yapıp erkenden yattık çünkü pazartesi günü roadtrip günüydü!

Ben roadtripi çok severim, özellikle annem, Göksu veya Erenle olanları. Erenle özellikle İzlanda seyahatimiz muhteşem geçmişti. Her gün sandviçlerimizi ve termosta kahvemizi hazırlayıp yollara düşüyorduk. Eren yine bir sürü yolluk hazırlamış, kahveler yapmış, arabamıza atladık ve ilk durağımız olan Neerijse'ye kiraz çiçeklerini görmeye gittik.


Bolca fotoğraf çekip, uzunca bir yürüyüş yaptıktan sonra ikinci durağımız olan Doorkijkkerk yani See Though Church isimli sanat eserini gördük. Kısacası tarlaların arasında, içi gözüken bir kilise, kilise minnacık ve görmeye gelen bir sürü insan vardı. Bu kadar kişiyi biz de tahmin etmemiştik.


Biz kiliseyi görüp, birkaç fotoğraf çekip kaçarız derken, ilerde minik minik ışıklar, bir bahçe ve bahçeye yayılmış insanlar fark ettim. Rotamızı oraya çevirince, yine hiçliğin içersinde, güneşin altında insanların yayıldığı ve içki içtiği, hafif yaşlı bir djin inanılmaz güzel müzikler yaptığı bu mekana denk geldik.


O kadar keyifli duruyordu ki, normalde Almanya'da sevimli bir kasabaya gitmek olarak ayarladığımız programı değiştirip, birkaç saat biz de burda yayılıp, birşeyler içip müzik dinledik. İyi ki de öyle yaptık çünkü seyahatin en güzel anlarından biri de burası oldu.


Yeterince chill out yaptığımıza kanaat getirip tekrardan yollara düştük, bir Mc Donalds bulup sağlıksız yemeklerimizi büyük bir keyifle yedik, kimsenin olmadığı bu Mc Donaldsta Eren'in telefonunu kaybettik, uzunca bir süre aradıktan sonra arabada bulduk. İşte küçük sevimli maceralardan sonra son durağımız olan Brüksel yakınlarındaki tatlı bir şatoya gittik: Chateau de La Hulpe


Şatonun olduğu arazi koskocaman, içinde büyük bir göl ve park da var. Bir dahaki gelişimizde piknik yapılacak yeri böylece seçmiş olduk.


Her güzel şey gibi bu tatil de artık bitmişti. İçim kan ağlaya ağlaya havaalanına gittim, Eren'le vedalaştık ve evime dönmek üzere yola çıktım.

Başta da söylediğim gibi, bu 3 günden tek beklentim, çok sevdiğim bir arkadaşımla sohbet edip, gündelik hayatın dertlerinden uzaklaşmaktı, ne mekan keşfi vardı aklımda ne başka bir şey. Sırf günlük streslerimden uzaklaşmak bile beni mutlu edicekken, o kadar beklentilerimin üzerinde bir seyahat oldu ki anlatamam. Emeği geçen Erenime, Brükselli Fiona'm Mochi'ye ve pırıl pırıl parlayarak bizi hiç üzmeyen güneşe burdan tekrardan teşekkürlerimi sunarım. Bir sonraki macerada görüşmek üzere.


コメント


You Might Also Like:
bottom of page