top of page

Unutulmayan Bir Parasızlık Anısı


Bir güzel pazar akşamı. Şöminemi yaktım, odunlardan çıtır çıtır ses geliyor, müzik açtım, Fiona yanımda koltukta horul horul uyuyor, bir de güzel kahve yaptım, tam yazı yazma havama girdim. Madem şu sıra yeni seyahatlerimizi yazamıyoruz, o zaman geçmişe yolculuk yapmaya devam edelim isterseniz. Bu sefer anlatacağım anım, tamamen kendi salaklığım sebepli bir parasızlık anısı. Aslında yazının şarkısı olarak bir Küçük Emrah parçası yazsam yeridir ama size şöyle tam huzur verici, rahat rahat okumalık bir parça söylücem bu yazı için: Ash - Daydream


Yıl 2005, İtalya'ya ilk taşındığım sene. 19 yaşına kadar giyinmek nedir, marka nedir bilmeyen, herhangi bir stili olmayan ben Milano'ya taşınınca bir afallamıştım. Biz İstanbul'da hepimiz aynı giyinirdik, daha doğrusu bir şey moda olurdu, herkes aynısını alır bir örnek gezerdi. Lise zamanımda hepimizde Barbour mont, ya petrol yeşili ya koyu mavi, Lacoste sırt çantası, Timberland bot. Çok az kız arkadaşımın kendine özel bir stili vardı, zaten ilk onlar bunları giyer, moda olup bize kadar düşünce onlar başka modalar yaratır sonra biz yine onları izlerdik. Milano'ya geldiğimde herkesin birbirinden bu kadar farklı, bu kadar kendine özgü olması beni çok şaşırtmıştı. En büyük keyiflerimden biri, merkezde bir yerde kahve alıp, sokaktan gelip geçenleri izlemekti. Bisikletiyle işe giden ama yine de tependen tırnağa inanılmaz şık iş kadınları, moda dergilerinden fırlamış gibi giyinen 30 yaş üzeri erkekler...30 yaş üzerinin altını çiziyorum, çünkü İtalyan erkekleri ellerine para geçene kadar güzel giyinmeyi başaramazlar. Benim yaşıtım erkekler o sıra o kadar düşük bel pantolon giyiyorlardı ki, içimden o pantolonu yukarı kadar çekip kemerle de iyice bağlayasım gelirdi. Evladım belin üşütücek... Yaşadığım kültür şokunu daha iyi anlamanız açısından Milano dışında benim üniversitemi de biraz anlamanız lazım. Aslında şunları söylesem yeterli, Chiara Ferragni benim bir alt dönemimdeydi, okulun geneli öyle kızlar yani, bir de ben işte... Senelerce inekleyip ders çalışmış ben, modanın merkezlerinden biri olan Milano'da hele de öyle bir okula denk gelince yavaştan uyanmaya başladım. Üniversite yılları, benim kim olduğumu keşfettiğim senelerdi, Milano'da parçası olabileceğim bir sürü de yoktu, dediğim gibi herkes kendine özgüydü, ben de böylece deneme yanılmayla kendi tarzımı ve yolumu bulmaya çalışıyordum.


20li yaşlarım markaları çok severek geçti yalan söylemicem, 20lerin sonlarıyla beraber bu takıntım tamamiyle kayboldu diyebilirim. Neyse 2005 yılı aralık ayına geri dönelim. Yani tek başına yaşamaya başlayalı sadece 2-3 ay olmuş, ilk defa elime bir bütçe tutuşturulmuş, hayatıma kira ve fatura ödemesi gibi yeni yeni kavramlar girmiş, bir yandan da marka merakım gelmeye başlamış. Ben ne olduysa bir gaza geldim ve bir okul çıkışı kendimi Louis Vuitton'un kapısında buldum. Ne olursa olucaktı artık benim de gerçek bir markadan bir cüzdanım olucaktı, kararlıydım, modeli çoktan seçmiştim. Mağazanın kapısından girince ne cool hissetmiştim kendimi ah aptal Gözde. İçimden diyordum bir de, görevliler üf bu küçük kız bakıcak bakıcak bizi uğraştırıcak bir şey almadan çıkıcak sanıyorlar ama alıcam, ne pis ters köşe olucaklar ama..Diyorum ya, aptal Gözde. Cüzdanımı aldım, mutlu mutlu çıktım mağazadan, elimde Louis Vuitton torbasıyla dünyanın en mutlusuyum. Eve geldim, kutuyu açtım defalarca baktım. Dedim kalan paralarımı koyayım, nasıl yakışıcaklar içine:) Paraları koyarken de bir yandan saydım ve saymamla beraber bembeyaz oldum. İçinde sadece kira param ve birkaç güne İstanbul'a döneceğim için havaalanına gitmelik otobüs param vardı ve ben daha 5 gün daha burdaydım. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmek ne demek o an anlamıştım, birinden borç alırım desem, tüm arkadaşlarım erken erken şehirlerine dönmüşlerdi Noel için. Milano'da bir tek ben ve Louis Vuitton cüzdanım vardık. Annemlerden ekstra para yollamalarını isteyemeyecek kadar utanıyordum çünkü o kadar paranın nereye gittiğini açıklayamazdım.


Ben artık kendimin salak olduğuna emin olduğum için ertesi gün koşa koşa kiramı ödedim ki aradan çıksın. Pahalı cüzdanımın içine o son otobüs param olan 10 euroyu koydum, dedim nedir ki 5 gün, geçer, evden çıkmıcam, geçer. Sorun şu ki, dolabımda 5 günlük yemek yoktu. Her gün bir küçük avuç makarna yedim. Artık dönüşüme bir gün vardı ve dolabımda sadece Haribo şeker kalmıştı. Ben o bir günü o şekerleri 3 öğüne bölüp, ağlaya ağlaya yiyip, açlığı hissetmemek için uyuyarak geçirmiştim. Uçağa binip hostesler yemek servisine başlayıncaki mutluluğumu anlatamam, sıfır utançla ekstra yemek de istedim, 5 günün açlığı vardı.


Annemle babam havaalanına almaya geldiler beni, ilk defa bu kadar ay ayrı kalmıştık, ben babamı görüp sarılınca bir ağlamaya başla, ben günlerdir açım, benim hiç param kalmadı, yemek yiyemedim baba diye bir gir duygu sömrüsüne, koskoca adam da başlamaz mı ağlamaya, kıyamam sana kızım benim diye. Ben ağlıyorum o ağlıyor ama annemde tık yok, ikimizi de süzüyor, arabaya bindik, canım babam hala duygusal, ah benim canım evladım, sen açken benim boğazımdan yemek nasıl geçmiş diye, annem hala sessiz. Sonra durdu ve tek bir soru sordu 'Göster bakalım, ne aldın kendine de paranı bitirdin?' Nasıl bilir malını ya zeki annem benim :) Bu anı hepimize bir ders oldu, ben paramın hesabını yapmaya başladım, babam eğer aç kalırsam o az para verdiğinden değil benim salaklığımdan olduğunu anladı, annemse yine her şeyin en iyisini onun bildiğinden bir kez daha emin oldu.


コメント


You Might Also Like:
bottom of page